Geleceğimizin İnşa Edilmesinde Milli ve Medeni Yol Arayışı: Nereden ve Nasıl Başlamalı?

No Comment 360 Views

Müslüman toplumlar her dönemde gidecekleri yönü kendileri tayin edebiliyor mu? Ellerinin altında Yüce Allah’ın ilminin eseri bir Kitap ve Allah’ın Elçisi gibi bir rehberleri olmasına rağmen niçin sürekli yalpa yapıyor ve istikrar içinde gelişemiyorlar? Yaşadıkları coğrafya sürekli yıkılıp yeniden ve derme çatma yapılmaya mahkûm oluyor?

Batının Müslümanları hiçbir zaman rahat bırakmadığı, ellerinin altında tutmak için oyun üstüne oyun kurduklarına şüphe yoktur. Peki, ama bütün sorun bundan mı ibarettir? Müslümanların hiç mi suçu veya sorumluluğu yoktur? Mesela batının elinin uzanmadığı yerlerde, mahallede, sokakta, bir vakıf veya kooperatifte, ticaretlerinde veya siyasetlerinde durum nasıldır? Günümüz Müslümanlarının inandıkları değerlerin hiç değilse buralarda hayat bulması ve düzenlerinin olması gerekmez mi?

Gerçek durumumuzu anlamak için dosdoğru bir sorgulama yapmakta sayısız yararlar vardır: Yanlış veya eksik olan nerede? Yüce Allah’ın “yapın” ve “yapmayın” dediklerinde mi, sevgili Peygamberinin “öyle” veya “böyle yapın” dediklerinde mi, yoksa Müslümanların bunları bildikleri gibi yapmalarında mı?

Dindar olmayan biri de teslim eder ki, bazı temel tercihler dışında, Allah’ın emrettikleri de, Peygamberin tavsiyeleri de çeşitli sözler, kurallar, modeller, metodolojiler, teoriler, değerler veya kabuller olarak, sorgulama yeteneği bizden ileri olan batı dünyasında giderek daha çok yer buluyor ve oralardan Müslümanlara bile geri satılıyor. Bir farkla: Buradan -tabiri caizse- hammadde olarak giden bu değerler, genellikle batı tarafından işlenerek, mamul madde haline getirilerek, kendilerine uydurularak, kurallara-yasalara dönüşerek ve ilimlerin şubeleri haline gelerek bize geri dönüyor. Tıpkı Üçüncü Dünya Ülkelerindeki tarımsal ürünler ve madenlerin hammadde olarak batıya götürülüp orada işlenerek, bu ülkelere geri satılması gibi. Hatta biz Müslümanlar da dâhil olmak üzere insanımız bile bu şekilde işlenip aklı çelinmiyor mu? Batının tezgâhlarında işlenip bize geri dönen bazı İslam değerleri:

Yaratılış yasaları, yaratılmışların yeri ve değeri; insanlar arası ilişkiler ve iletişim; çalışmanın değeri ve organizasyonu; sosyal yardımlaşma; istişare etme ve katılım; insan ve çevre politikaları; kendini başkasının yerine koyma; ölçüler ve tartılar; yazılı-sözleşmeli sosyal ve ticari hayat; liyakatle yönetim; hak tabanlı demokratik hayat ve adalet. Batının bu değerleri kaynak olarak nereden aldıklarına, kendine göre işlemesine, bize karşı değil, kendi aralarındaki uygulamalara dikkatle bakmak gerekir.

Büyüklük Hastalığı Küçük Olana Körlük Getirir

İngiltere, Sheffield Üniversitesinde, İngilizce dersinde, uluslararası öğrencilerin bulunduğu 23 kişilik sınıfta bir kompozisyon ödevi verilir. Öğretmenler, gelen ödevleri tek tek ele alarak öğrencilerin önünde değerlendirir, sonra ilk üçe giren çalışmayı açıklar. Ödevini getirmeye davet edilen Türk öğrenci, çekingen bir şekilde yerinden kalkar, öğretmenin masasına yönelir ve isteksiz bir şekilde “Sorry. I couldn’t write anything” der, arkasını dönüp giderken, daha yerine oturmadan “So much information in here!” sözlerini duyar! Daha önce Çin’de ve Afrika’da görev yapmış karı-koca tecrübeli öğretmenler, iğne ile kuyu kazar gibi ödevi incelikle ele alır, bir buçuk sayfalık yazıda onlarca şey bulur, her birinin adını koyar, eleştirir, överler. Bütün değerlendirmelerin sonunda da Türk öğrencinin kompozisyonu birinci sırada seçilir.

Peki, sizce basit bir kompozisyon değerlendirmesinde, “Hiçbir şey yazamadım!” ile “Ne kadar çok bilgi var burada!” arasındaki fark nasıl izah edilebilir? Tevazu veya alçak gönüllülükle mi? Olabilir ama tevazu o öğrencinin içine düştüğü ezikliği açıklayamaz. Hadiseyi hiç unutmayan öğrencimiz, bu tavrına Türkiye’ye döndükten ancak kırk yıl sonra bir anlam yükleyebilir! Kendisinin o zamanlar sürekli büyük ve güçlü olan üzerine yoğunlaşması ve küçük şeyleri görememesi!

Gerçekte insanın dünyası, kimileri çok zaman fark edilmeyen çok küçük şeylerden müteşekkildir. Devasa bir İslam dini de, ya anlam ve eylem olarak, ya da lafzi/sözel olarak ayet ve hadis adı verilen küçücük şeylerden müteşekkil değil midir? Peki, fıtrat nasıldır? Maddenin atomlardan, canlıların ise hücrelerden teşekkül ettiğine ne demeli? Madde ve canlılar bu yapı taşlarının bir araya gelme şeklinden oluşmuyor mu?  Sağlıklı ve hasta olmaları onlarla başlamıyor mu? İnsan eliyle geliştirilen teknolojiler? Onca elektronik, program ve yapay zekâ 0 ile 1 ürünü, sonsuz sayıda sayı sıralamaları 0-9 rakamlarından müteşekkil değil midir?

Günümüz Müslümanlarının başarısızlıklarının temel sebeplerinden biri büyüklüğe düşkünlükleri, küçüklüğe ve yakın olana körlükleridir. Bu bakımdan iyi bir toplum inşa etmenin önündeki engellerden biri okumuşların Allah’ın âdeti ve Peygamberin sünnetini hakkıyla görememeleri veya küçümsemeleridir. İnsan davranışının ve usulün toplumun özünü oluşturduğunu unutarak sürekli olarak olayların, büyük olanın ve tepeye tırmanma peşinde koşmaları. İyi veya kötü bir yana, sadece “büyük” ve “güç” peşinde koşmakla içten gelen, belki sonsuza kadar devam edecek olan bir körlük inşa edilir: Müslümanlara yenilen, ülkesi işgal edilen İran Kisra’sı süslü elbiseleri içinde, tacı ve tahtıyla Medine’ye gelmişti.

Muhafazakârlar arasından en millici ve İslamcılar bile batının etkisinde, hatta batıdan aldıklarını bile yozlaştırarak kurtuluş için büyük ve parlak fikirler, yüksek teoriler arıyor, erdemli bir toplum inşa etmenin başka metodolojilerinin olabileceğini düşünemiyor. Bu uğurda, her şeyi hikâye etme, sonu gelmez eleştiriler, çokça zan ve gıybet haberleri, şehir efsaneleri, “atalarımız öyleydi” öykünmeleri, hayıflanma yazıları ve henüz isimleri bile konmamış, olmadık edebiyat türleri icat ettiler. Allah’ın yaratma adetinin, Peygamberin yapma usulünün biricik yol olduğunu unutuyor, “bizim” dedikleri 1400 yıllık medeniyetin ancak bu yolla inşa edilmiş olduğunu göremiyorlar. Yüce Allah’ın, Ra’d Suresi, 11. ayetiyle gönderdiği şu bilgi insanın kurtuluşunun nerede olduğuna rehberlik ediyor:

“Bir millet (halk) kendi benliklerinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların hallerini değiştirmez.”

Bu bilgiden haberdar olan bir toplum veya toplumun yapı taşı olan insanın bütün çabasını kendinden başlayarak çevresini iyileştirmeye ve geliştirmeye teksif etmesi gerekmiyor mu? Yaratılış Kanunu bu iken kütüphaneler dolusu insanlık hikâyesi bu küçücük yasanın yerini tutabilir mi?

Toplumun yapı taşları olan küçük işler ve kuralların önemini unutarak sürekli “büyük işler” peşinden koşmak, bu yolla toplumun tepesine tırmanmaya çalışmakla insanlığa bir şey kazandırılamaz. Büyük işler peşinden koşmak, sadece faydasız olmakla kalmaz, zararlarını da beraberinde getirir. Bunların başında insan nefsinin derinliklerden kaynaklanan nefsilik (bencillik) ve kurnazlık gelir.  Bu yolla günümüz muhafazakâr insanı çok büyük işlere talip olmasına rağmen hiçbir sorumluluk yüklenmiyor. Tuttuğu yol ona konuşma ve yazma imtiyazını kazandırıyor ama hiçbir iş, ödev, görev yüklemiyor. Büyük işler üzerinden başkalarını kolay yoldan tenkit ve üzerlerinde kontrol sağlama hakkı, fazladan kibir kazandırıyor ama toplumun pek de işine yaramıyor. Hatta rehberlik yapanın kendisini de bozuyor.

-Başarısızlığımızın ikinci unsuru da bir işe, bir şeye nereden başlanması gerektiğini bilmemektir. Hemen her işe akıllarına geldiği yerden başlamak, yine (güya Müslümanca hareket ederken) “aklının estiği” yoldan gitmektir. Hâlbuki her oluş, varlık köklerinden veya tohumundan başlar, kendi tabiatıyla devam eder. Yüce Allah, insanın insan olması için evlerin içinde nasıl hareket edilmesine veya insanın ses, jest ve mimiklerine varıncaya kadar küçücük işler için bile kurallar koyar.[i]   Gelmiş ve geçmiş kavimlerden ve peygamberlerden sayısız örnekler verir. Bunlar Yüce Allah’ın insanlar için koyduğu kurallar ve kanunlardır. İnsanın da işlerini aynı yolla ve her şeyi yerli yerinde yapması gerekmez mi? Usulsüz bir iş olabilir mi ki, medeniyet ölçeğinde ve yüzyıllar süren işlerin her biri keyfince yapılsın ve sürdürülebilir olsun? Usul yoksa Sünnet nedir? Sünnet yoksa Hz. Peygamber niye var?

İyi, Doğru ve Güzel İşlerle Var Olmanın Yolu

Nasıl olur da yüce Allah ve Peygamberi (SAS) varlıklarıyla kabul edilip tespih edilir de Onları, usulü ve âdetiyle tanımaya kayda değer çaba sarf edilmez? Vatandaşları, bir devleti sadece otoritesiyle tanımakla yetinebiliyor mu? Devletin yasalarına, koyduğu kurallara, kurduğu düzene uymadan, işlerini devletin tayin ettiği kurallarla yapmayan bir vatandaşlık düşünülebilir mi? Diğer taraftan hayat; onlarca ayette geçen ve Yüce Allah’ın büyük bir değer yüklediği, ahirette de biricik ölçü olan “iyi, güzel ve makbul işler” üzerinden aranmaz da hangi yol ve usulle aranır? Bu yolla giden iyilik yolundan gitmez, kendisi iyiliğin yerini alır.

Toplumsal yapıla, vurgun vurmak gibi büyük bloklarla değil, ancak küçük yapı taşlarıyla inşa edilebilir. “İyi doğru ve güzel işler” yapmak sadece bireysel hayata sıkışmış bir tavsiye ve nasihat değil,  aynı zamanda bir toplumsallaşma ve hayat tarzı inşa etme usulüdür.

İdeal İnsan ve İdeal Toplum Konferansı Pakistan, 2012

Usülle çalışmak, zaman gerektiren ve zahmetli bir yol olabilir ama çatışmaları, her defasında yapıp yıkmayı azaltır ve sonrasında yapılacak olanı kolaylaştırır. Böylece sabredenler için en uzun yol, en kolay yol haline gelir çünkü usulle herkesçe malum ve yürünebilir yol açılmıştır artık.

Bu basit ve kolay yol varken, insan neden çetrefilli işler ve sosyal yol kesme peşinde koşar? Dosdoğru olmak ve sadelik varken neden karmaşık yollar tercih edilir? Kolaylık varken neden zorluk seçilir? Basit ve sade olanın işimizi göremeyeceği varsayımından veya çabamızı değersizleştirme korkusundan mı? Toplama çıkarma bilmeyen biri, üç bilinmeyenli denklemleri nasıl çözebilir? Doğru ve basit olanı yapmadan zor olanın başarıldığı nerede görülmüştür?

Her iş ve davranış toplumsal dokuya atılmış bir ilmektir. Toplum, dışarıdan emirle şekillenmiş bir varlık değil, yapıp ettiklerimizle içten dokunmuş bir kozadır. İçten inşa etmenin değerini anlayamıyoruz. “İyi, doğru ve güzel” olanı bildiğimizi varsayıyor, olmazsa kanıksıyor, hazır bulmayı umuyor veya birbirimizi alt etmek için kullanıyoruz. Onun için “iyi işler yapıyoruz,” “ıslah ediyoruz” derken ölçüde, tartıda, anlayışta, sosyal hayatta, ticarette, yönetimde ve düzen kurmakta sürekli tahribat yapıyoruz. Bu yüzden her yaptığımızla “ıslah ederken” aslında toplumun fıtratını biraz daha bozuyor, fitnenin alanını genişletiyoruz.

İnsanın “ne” yaptığı kadar “nasıl” yaptığını hesaba katmadığımızdan bir usulümüz oluşmuyor, usul üzerinden birikim ve milletleşme olmuyor. Milletler, işlerinde birlikle vücuda gelir. “Ümmet sünnettir (usuldür) denir. Hiçbir işimizde, “nasıl”ı araştırmaya, usul konuşmaya vaktimiz kalmıyor, sabrımız yetmiyor. “Nasıl”ı sorgulamak aynı zamanda hâkimiyet alanımızı daraltıyor, otoritemizi sarsıyor! Usulsüzlük, yaratılış yasalarına aykırı olan, çağdaş kültürümüze ve karakterimize sinmiş köşe dönmeciliğin eseridir.

Sağlıklı bir toplum ancak “iyi ve güzel işler” yaparak ve bunu hayat tarzı haline getirerek inşa edilebilir. Onun için “ülkesini kurtarmak,” “millete veya İslam’a hizmet etmek” isteyen toplum, nefsiyle hareket ederek veya “sefere çıkarak” değil, ondan çok önceleri küçük işler yaparak mesela yatağını yapmak, odasını, masasını, komuşuluk ilişkilerini düzenlemekle işe başlamalıdır. Bizi, toplum üzerine yüksek teoriler aramak değil, temel değerlerimizden çıkarmayı başardığımız kurallar dizisi ve onlarla inşa edilecek hayat tarzı doğru yola ve huzura eriştirecektir. Elbette insan eliyle inşa edilmiş felsefe ve teorilere ihtiyacımız vardır ama kendi usulümüzü unutturmamak ve bozmamak kaydıyla. Onun için her faaliyetimizin, kendi amacına hizmet etmekle beraber usulümüzle uyumlu olmasına ve onu geliştirmeye katkısına da bakmak gerekir.

Aradığımız toplumu veya zamanı hiçbir zaman, hiçbir yerde hazır bulamayacağız. Onu inşa etmek gerekiyor. Bunun için artık bir inşa usulümüzün yazılması gerekiyor. Tefsirde, hadiste, kelamda, fıkıhta usul bilgisi var ve bütün bu usuller inşa usulünün ancak birer parçası olur. Ama birbirinden kopuk, esas maksadına, son gayesine erişmemiş usuller. Mesela hadiste usul, genellikle hadis toplama, ayıklama, kıyaslama ve yorumlamayla ilgilidir. Peki, bütün bunlar niçin? Sadece hadis toplamak, sünneti anlamak için mi? Bin dörtyüz yıl bunun için mi geçmiş olsun? İnanan insanın, anladığı hadis ve sünnetle ne yapacağı net midir? Aslına bakarsanız ayet ve hadisler kadar boşa akan, keyfi muamele gören bir nehir daha yoktur. “Makasıd” ilmi bulunmuştur ama bu ilmin de yerli yerinde kullanıldığını söyleyemeyiz. Usül bunun için gereklidir.

Köklerden Başlayarak Düzen Aramak

Usulümüzden bahsetmek için öncelikle günümüz Müslümanlarının elleriyle bozdukları kök usule bakmak gerekir:

İnsanlığın bugüne kadar olan birikimine rağmen, ne oluyor da kendi toplumsal yapımıza uygun bir yol-yöntem (usûl) geliştiremiyoruz? Neyi, nasıl yapıyoruz ki, hiç değilse koyduğumuz bir taş diğerinin üstüne oturmuyor, işlerimiz maya tutmuyor, hatta her yaptığımızla bir öncekini yıkıyoruz? Niçin kendi iç dinamiklerimizle gelişemiyoruz da Doğu ile Batı arasında sürekli zikzaklar çiziyoruz? Nasıl oluyor da yaptıklarımızla ideal insanımızı yetiştiremiyor, toplumlarımızı yeniden inşa edemiyor veya sorunlarımızı çözemiyoruz?  Neden inandığımız esaslar var ama usulümüz yok, var olan da işe yaramıyor? Niçin aynı değerlere inandığımız halde sürekli aramızda çekişiyoruz? Çünkü bir şeye inanmak ve yapıyor olmak yetmiyor, nasıl yaptığımız da önemlidir.

-Bozduğumuz unsurlardan biri de dünya-ahiret tasavvuru dengesidir. Dünya hayatı ile ahiret için yapmamız gerekenlerde ifratla tefrit arasında gidip geliyoruz.  Önce dünya hayatı için yapmamız gerekenleri dindarlık üzerinden değersizleştirip kontrolsüz bir alan elde ediyoruz. Sonra sıra dünyaya ait olana (paraya, ticarete, servete, makama) gelince o kontrolsüz alanda canımızın istediğini yapmaya koyuluyoruz. Çünkü yaptıklarımızı ifşa edecek kurallarımız ve ölçülerimiz de, bize itiraz edecek kimseler de yoktur artık. Hemen her şey suya sabuna dokunmayan, dokunma kabiliyeti ve iradesi de körelmiş olan bir dindarlık adına hesap vermenin dışına çıkarılmıştır. Değerinden düşürülmeye, niteliğinden eksiltilmeye veya aşırılmaya hazırdır artık! Dindar atalete mahkûm edilmiş, meskenet kutsallaştırılmıştır! Muhafazakâr, sürüdeki koyun rolünü oynamaya çoktan fit olmuştur! O, sosyal-kamusal alanı şekillendiren değil, sadece ayak uyduran, orada üretilenin tüketicisidir. Aslında kamusal alandan çalınmıştır!  Kişi hayatıyla sosyal hayatın bağları kopmuştur.  Ne var ki, mensubu olduğu vakıfta kör, kooperatifte sağır ve dilsiz olan bu ham meyva “tebliğ” ve “cihad” rollerini oynamaya talip olup hayatı boyunca yürümediği bütün basamakları bir adımda katetmek ister! Bütün bunların sonunda eksik bir hayat felsefesi elde edilmiş,  inananlar yaşadıkları yerde hayata bir şey katamaz, düzen kuramaz hale gelmiştir.

Bu durum her yerde bize ölçüsüzlük, dengesizlik, düzensizlik, istikrarsızlık, anlaşmazlık, adaletsizlik, kargaşa, aşınma ve yıkım olarak geri dönüyor. Bütün bunlarla, aynı zamanda kendimize bir taraftan Müslüman ve üstün olma, diğer taraftan layüsel (sorumsuz) olma imtiyazını tanımış oluyoruz! Bu, bir cehl-i mürekkep (bilmediğini de bilmeme) halidir ki yıkımda çarpan etkisi yapmaktadır.

-Bozduklarımızdan biri de gelecek tasavvurumuzdur. Geleceğe geçmiş üzerinden gidileceğini zannediyoruz. Yukarıda saydığımız iki maddede dindarlık, burada da milliyetçilik ve kavmiyetçilik bizi yanlış yönlendiriyor. Hâlbuki geçmişten öğrenilir ama geleceğe geçmiş üzerinden gidilmez. Her defasında geçmişin gölgesi gelecek üzerine düşecek olursa pusula bozulur, istikametimizi tayin edemez, yolumuzu bulamayız.

Burada esas mesele geleceğin ne ile inşa edileceğidir: İnşa, köklere gitmeyi gerektirir ama “kökler” soy kütüklerimiz değil, mâna âleminin eseri olan inanç ve ahlâk köklerimizdir. Ne var ki, ahlâk, cinsler arası ilişkilere indirgenmiş, sonunda kadının sırtına yüklenmiştir. Hâlbuki ahlâk doğrulukla başlayan ve bütün şubeleriyle hayattı kapsayan rehberler ve değerler doktrini ve her şeyin başladığı yerdir. Kök değerler de, atalarımızdan kalan değil, Allah’tan gelen her şeydeki ölçü birimleridir. Hayatın iksiri ve gelişmenin genleri bu değerlerdedir. Çünkü her yeni dönem, düzen, medeniyet veya medeniyetin yeni bir safhası ancak ahlâki değerlerle inşa edilebilir. Atalarla olan bağlarımızın hayat veren yönü, onların bizden önce bu değerleri yaşama tecrübesini bırakmış olmalarıdır.

-Dördüncü yanlışımız ise eşyanın tabiatını tanımamak, yapma ve yıkmanın yasalarından haberdar olmamaktır.  Hiçbir inşa eşyanın tabiatına ve yaratılış kanunlarına aykırı olamaz. Cenab-ı Allah, yaratmanın, yok edip yeniden yaratmanın ve büyük değişimlerin çimköklerinden başladığını vahiyle bildirmiştir. Bu, Yüce Allah’ın adetidir ki, insanın her yaptığı bu yasalara tabi olarak cereyan eder, uymuyorsa hüsranla sonuçlanır.[ii]

Toplumun iyi yönde değişmesine öncülük etmek, kitle halinde değişimden önce davranış ve alışkanlıklar geliştirmekle olur. Milletler olarak tam da ihtiyacımız olan yerdeyiz. Çünkü toplumlarımız dünyamızın imar edilmesinde ve düzen kurulmasında kurallar, normlar, ölçüler, davranış modelleri ve hareket tarzı geliştiremiyor. Sözümüzle varız ama davranışta yokuz. Geleneksel hayat tarzından gelen temel değerlerimiz kısmen var olmasına rağmen çağdaş insanı zapt etmeye, yönlendirmeye, davranış kazandırmaya, sözünü dinlenir kılmaya yetmiyor. Ticarette doğruluk, yönetimde dürüstlük, ortak hayatımızda yeni adetler geliştirmek gibi ahlâki yenilikler yapamıyoruz, bunlardan hukuk çıkaramıyoruz. İnsanları ticari hayatın aldatmalarından, uluslararası tekellerin tahakkümünden koruyamıyoruz.  Bir işte, kooperatifte, vakıfta yeterince ortak davranamıyoruz, çağdaş bir vakıf hukuku geliştiremiyoruz. Ahlâk ile çağdaş hukuk ayırımında beğenmediğimiz o “laik hukuk”u tercih ediyor,  “helâl” ile “yasal” ayırımında yasal olanı seçiyoruz. Çünkü yasalarda nefsimize hizmet edecek boşluklar, yargıda hile-i şerriye kolaylıkları var! Hatta yüzyılların birikimi vakıf örfünü son elli yılda yok ettik, vakıfları haramlarla doldurduk. Buralarda arkadaşlığı, tanışıklığı ortak hukukun üzerinde tutuyoruz. O da bir vakfı, derneği, sendikayı yürütmeye, verimli şekilde çalıştırmaya yetmiyor, bozulmaktan koruyamıyor. Bu yüzden muhafazakâr kesimlerin söz sahibi olduğu vakıf, dernek ve cemaatlerde hemen her durumda büyük bir kayıtsızlık, ölçüsüzlük ve düzensizlik hâkimdir. Kırk yıllık politikacı, Meclis Başkanlığı yapmış, halen Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Cemil ÇİÇEK şunları söylüyor:

“Dini grupların varlık sebebi, insanı eğitmektir. İnsanın olgunlaşması ve ahlâki yönden mükemmelleşmesidir. Türkiye’de bir kısım devlet uygulamalarından sonra bunlar kayıt dışı sosyolojik yapılar haline geldi. Yani şeffaf ve geliri gideri belli olmayan, ticarete yönelen… Şeyhlik, şimdi sülalede elden ele geçiyor. Servet sülalenin elinde birikiyor. Dolayısıyla kayıt dışı ekonomi oluşuyor. Hem siyasetin kayıt dışı unsurları haline geliyor, hem kayıt dışı dini oluşum meydana geliyor.”[iii]

Çünkü dini değerlere en yakın gibi duran bu camia, İslam’ın temel normları olan her şeyi doğru bildirme, sorgulama, istişare etme, eleştirme, ahlâki rekabet, ölçü koyma, yazı ile kayıt altına alma, hesap verme ve denetim gibi değerleri sosyal hayatta aramıyor, hatta istemiyor. Onun için bu çevrelerde kayıtsızlık, keyfilik, ölçüsüzlük, tek kişiye bağlılık hatta bağımlılık eksik olmuyor. Ne yazık ki, dünyamızın imar edilmesi ve düzen bulması da bu değerlerin hayata geçirilmesine bağlıdır. Cenab-ı Allah dahi her işini ölçüyle yapıyorsa O’nun kullarının da işlerini aynı şekilde, ölçülere tabi olarak yapması gerekmez mi?

“O, göklerin ve yeryüzünün mülkü (hükümranlığı) kendisine ait olandır. Çocuk edinmemiştir. Mülkünde hiçbir ortağı da yoktur. O her şeyi yaratmış ve yarattığı o şeyleri bir ölçüye göre takdir etmiştir.” (Furkan Suresi, 2)

İbrahim Akgün

ÖNE ÇIKARILMIŞ GÖRSEL

İdeal İnsan ve İdeal Toplum Konferansı Pakistan, 2012 http://rumiforumpk.blogspot.com/2012/08/ideal-human-ideal-society-conference.html

DİPNOTLAR

[i] Nûr Suresi, 58-59. ayetler

[ii] Çimkökleri tezi için bu sitede yayınlanan şu yazımıza bakınız: Değerler Sistemi Nedir? Fert ve Toplum Olarak İnsani ve Ahlâki Değerlerle Nasıl Gelişebiliriz?

[iii] Cemil ÇİÇEK: FETÖ ve 15 Temmuz’dan Yeterince Ders Almadık. Sözcü Gazetesi, Ropörtaj, İsmail SAYMAZ. 15 Eylül 2020. https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/feto-ve-15-temmuzdan-yeterince-ders-almadik-6038133/

Yazıyı Paylaşırmısınız

About the author

A.Ü. DTCF mezunu. İngiltere, Sheffield Üniversitesinde Enformasyon Yönetimi, İsrail'de Kırsal Bölgesel Kalkınma Planlaması Post Graduate Study. Yayınlanmış çalışmaları: Söz İncileri; Divan Edebiyatından Seçilmiş Beyitler (2. baskı), Önce Söz Vardı; Fıkıh, Edebiyat ve Tasavvuftan Seçmeler. İlgi alanları: Yenilik, değişim, Gelişme. Uzmanlık alanı: Proje Yönetimi.

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked (required)

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.